Yaşlandıkça geçmişi daha fazla özler ve arar oluyoruz. Hatta geçmiş uykuda da peşimizi bırakmıyor ve simgelerle, bazen apaçık bir biçimde kendini hatırlatıyor. Kısacık bir maziye sahip olduğumuz günlerde geçmiş taze ve açık bir biçimde karşımızda duruyor zannederiz. Halbuki geçmişten uzaklaştığımız nispette onu anımsayışlarımız, yad etmelerimiz artıyor. Beynimizin bir oyunu mudur? Yaşlılığın bir sonucu mu? Bilemiyorum ama bugünden ziyade geçmişte arıyoruz davranışlarımızın nedenlerini. Onu kurcalamak, hatırlamak, özlemek keyif vermeye başlıyor bize. Beynimiz, anımsayışlarımızda güzel anları, rüyalarda ise unutmak istediklerimizi önümüze çıkarıyor.
Uykuya dalma ile ilgili problemler yaşamayan biriyim. Bir o kadar da rüya görme eğilimindeyim. Rüyalarımın temel özelliği bilincimin açık oluşu. Örneğin rüyada yanlış yöne giden bir otobüse binmişsem hiç endişelenmiyorum ve şöyle diyorum kendime: "Nasıl olsa bir rüya bu, farklı bir yöne gitmemin sakıncası yok." Geçenlerde uçabildiğimi fark etmiştim, yine rüya olduğu ayırdına varıp uçmanın tadını çıkardım. Öte yandan kurmacayı abarttığım, mekan ve zaman seçimini yaptığım rüyalar da görüyorum. Bazen ise tamamen bilinçsiz oluyorum. İşte o rüyalar hiç ama hiç hoşuma gitmiyor. Hatırlamak istemediğim bir ânı bilinçaltım "pat" diye önüme sürüyor. Sonraki günüm aştığımı düşündüğüm o sorunu çözmekle geçiyor. Çoğu zaman çözme noktasında hiçbir şey yapamıyorum sadece rüyanın anımsattıklarıyla meşgul oluyorum. Bugün de o tür günlerden biri işte!
Hazır rüyaların kapısını aralamışken mutlu olarak uyandığım rüyalardan bahsedeyim. Bu rüyalarda mekanım hiç değişmez. Dedemin evindeyimdir. Üçkatlar diye nitelendirdiğimiz apartmanın ikinci katında anneannem ve dedem, en küçük dayımlarla beraber otururdu. Apartmanın diğer sakinleri de dayılarım ve teyzelerimden oluşuyordu. Biz ise ancak tatillerde yanlarında bulunuyorduk. Başka şehirlerde geçirdiğim 10 ayın zerrece ehemmiyeti yoktu gözümde. Sadece o iki ayı bekliyordum bütün sene. Dolu dolu geçirilen, abartılı bir biçimde sevildiğimi(zi) anımsadığım o iki ay her şeye bedeldi. Çocukluk anılarımın çoğu temmuz-ağustos aylarından ibarettir. Diğer aylarda ne yaptığımı hiç hatırlamıyorum. Kimlerle arkadaştım? Şimdi neredeler? Hiçbir fikrim yok. Teyzelerim, dayılarım ve kuzenlerimle geçirdiğim vakitler ise dün gibi usumda. Kalabalık ve bir o kadar da birbirine bağlı bir aileydik. Şimdi ise herkes kendi geniş ailesini kurdu. Dağılmasak da güzel günler geçmişte kaldı. Belki de artık çocuk olmamamızdan kaynaklanıyor bu durum. Hepimiz büyüdük, evlendik, çocuklandık, yeni yollar oluşturduk kendimize.
Yıllar geçmiş olsa da değişmiyor mutlu rüya mekanım. Önünde dut ağacı, arka bahçesinde kayısı ağacı olan açık sarıya boyanmış bir bina. Apartmandaki evlerin kapıları her daim açık. Gece evlerinde kalmamız için ısrar eden ve birbiriyle kavga eden dayı-teyze çocukları. Apartmanın bitişiğinde yer alan kiremit rengine boyanmış küçük bakkal. Bakkalın sahibi olan ve torunlarına parasız hiçbir şey satmayan huysuz bir dede. Fakat bu huysuz dede yaşadığı şehirde başlık parasını kaldıran ve kız çocuklarını okutan ilk isim. Kendisi dışında herkes için yaşayan, dedemin olmadığı vakitlerde ceplerimizi beyaz şekerli leblebilerle dolduran koca yürekli bir anneanne. Bir sürü çocuk. Kimi aşık, kimi haylaz, kimi kavgacı, kimi mızmız, kimi sevecen. Her türlü karakter mevcut. Ortak noktamız ise birbirimizi çok sevmemiz. İlk öğretmenlerim kuzenlerim oldu hep. Okula gitmeden yazı yazmayı öğreten, İngilizce görmeden sözcük kavratan, Sezen Aksu dinleten, Levent Yüksel sevdiren hep kuzenlerim oldu. Dertlenmemek, o günleri özlememek mümkün mü?
Başa bela ismim benim!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder