21 Mart 2012 Çarşamba

Dünya Şiir Günü Bildirisi-Sennur Sezer

Şiir çağın yankısıdır


Şiir, çağının seslerinin yankısını taşır: Kahkahalar, çığlıklar, ıslıklar… Aşk şarkılarına marşlar karışır, ağıtlara çocuk sesleri. Çok sesli bir korodur şiir, bir orkestra.

Şairler hükümdarlara övgüler yazsalar da bu sesleri şiirin orkestrasına ekleyemezler. Bir yıl geçmeden yıpranır gider o övgülerin kumaşı.

Eskimeyen, yaşamaya övgüdür, adalete, aşka.

Bir de diktatörlere yazılmış alaylar eskimez, bin yıllarca.

Şairler söz ustasıdır. Anadildir ustalığın nedeni. Vay şairlere ana dilini yasaklayana. Vay insanlara şiiri yasaklayanlara! Her dilde aşağılanmalı insanın düş gördüğü dilde yazmasını, şarkı söylemesini engelleyenler. Onlar için sövgüler bile armağan sayılmalı. Adları silinmeli tarihten.

Şiir, çağının seslerinin yankısıdır. Şair bu sesleri işler olan gücüyle. Aşk şarkıları, yaşama övgüleri duyulsun ister şiirinde. Hıçkırıklar aşktan kopsun, bir ağlayış olacaksa çocuğun ilk ağlayışı olsun.

Ve kadınlar, sesleri yüzyıllardır savaşları lanetlemekten yorgun, ağıtlardan kısık, şiirler söylerler güzel günler için, rüzgâra karışır. Onlara şiir yazılmaz, yazılanlar aşka övgüdür belki.

Şiir, çağının seslerinin yankısıdır. Sokaklardan kopup gelen seslerin uğultusudur. Zafer şiirlerinde ölen askerlerin analarının ağıtı duyulur. Aç çocuk ağlayışları ve dul kadınların çığlıkları. Bu yüzden ürperir bu şiirleri okuyanlar.

Çağının seslerinin yankısı duyulur şiirde. Şiirinde güzel seslerin yer almasını isteyen şairin işi zordur. Çünkü açlığı, savaşları durdurmak için uğraşmak zorundadır. O şairlerin seslerini duyarız, çocuk seslerine kulak verdiğimizde.

18 Mart 2012 Pazar

Karaduygun Üstüne

"Karaduygu"nun kadim manasını keşfetmeye hazır olun.
Doğan Kitap'tan çıkan "Karaduygun"u Ankara'nın münasebetsiz bir hafta sonunda, beni en fazla mutlu eden kitapçısından aldım. Hikâyeciliği,özellikle "Sandık Lekesi" hakkında detaylı bilgi sahibi olduğum Sema Kaygusuz'un, en sevdiğim şairlerden olan Birhan Keskin'le dostluğuna dair hiçbir bilgim yoktu. Kitabın en fazla Birhan Keskin adına yazılmış olmasıyla ilgileniyordum. Basım ve dağıtım aşamalarını internetten pür dikkat takip ettiğim ender kitaplardan biri oldu.

113 sayfalık kısacık bir kitap Karaduygun. İki yoldan ilerliyor. Birhan Keskin'in gölgelenmiş/deşilmemiş/biraz kurgulanmış hayatı birinci yolken, diğer yol kısa hikâyelerden oluşuyor. Birhan Keskin'in hayatını ifşa etmez yazar. Annesi ve iki komşusunun ötesine gitmez. Hele Yasemin karakterinin gerçek mi kurgu mu olduğunu anlamak güçtür. Neredeyse hikâyelere geçiş aracıdır Birhan Keskin. Belki de öyküler Birhan Keskin'i deşer. Kestirmek güç.

Kitabı okurken beni en fazla etkileyen kısmı öyküler oldu. Okuma amacım Birhan Keskin iken hikâyelere ve Sema Kaygusuz'un diline hayran kaldım. Betimleme ve gözlem gücü, düş gücünün ötesine geçmiş. Gerçekçi bir yazardan adım adım takip ediyorsunuz olayı. Bazen gülümseyip, çokça kederleniyorsunuz. Gereksiz anlatılarda boğulmuyorsunuz. Mekan olarak İstanbul'u ruhunuzda duyarken Musa Anter, Zühal ve Ezel'in öykülerinde Anadolu'yu tura çıkıyorsunuz.

Kitapta dikkatimi çeken en önemli husus "ses" oldu. Bir kitap "ses"i ancak bu şekilde duyurabilir diye düşündüm. Duyulardan merkeze oturtulan "ses" hatta "gürültü" olmuş. Birhan Keskin'in huzursuzluğunun odak noktasında da "gürültü" var.

Alıntıladığım bölüm yazarın "keder ve hüzün" karşılaştırmasından kısa bir bölüm. Kederden ve kederlilerden yana tavır aldığını hissettiğim yazar, hüzne haksızlık etmiş bence. Elbette mana itibariyle anlamdaş olmadıklarını düşünüyorum. Fakat "hüzün" asla olumsuz bir söz değil. Yine de karşılaştırma güzel. Sema Kaygusuz hayran olunacak bir dil işçisi. Öyle pürüzsüz ve naif ki hiç zorlanmadan büyülenerek okudum.

Son olarak "karaduygu" kelimesinin manasını merak edenlerin meraklarını giderelim. Karaduygu Anadolu'da melankoli ile eş anlamda kullanılan bir sözcükmüş. Karaduygu, hüzün, keder, melankoli... Yazar hüznü çıkarırdı bu sıralamadan eminim.

Hüzün, dünyaya kendi güvenlik telaşıyla bakan, a'dan z'ye dünyevileşmiş insanların iç burkuntusu, keder ise onlardan geriye kalan yoksulların, dışlananların, katliamdan sağ kalanların, sürülenlerin, travestilerin, göçmenlerin, sakatların, transeksüellerin, sömürülenlerin, aşkını ilan eden eşcinsellerin, has sanatçıların, işkenceden kurtulup mülteciliğe sürüklenenlerin niteliğine işleyen feci bir deneyimdir.
Hüzünlülerin çoğu dünyadan ödü kopan bencil çocuklar yetiştirip bencilliği yavrularlar; keder sınıfındakilerse onların çocuklarına hayatı öğretirler.Bazı hüzünlüler atalarının eksik bıraktıklarını tamamlayıp tamamlamadıkları kaygısıyla kıvranırken, kederliler üç kuşaktan öteye gidemezler. Ataları kayıptır.
Hüzünlüler kendilerinden utanmadan başkalarından tiksinebilirler. Kederliler tiksinmeye gönül  indiremeyecek denli kirletilmişlerdir zaten. Gelin görün ki haset ve imrenmenin iç içe geçtiği bulanık duygularla hüzün sınıfıyla derin bağlar kurarlar. Kederlilerin birçoğu kölece bir boyun eğişle en çok hüzünlüler tarafından oyalanmak isterler. Sanırlar ki keder hüzne temas ettiğinde her şey dile gelip yeryuvarlağını dolaşacak. Oysa hüzünlüler dinler sadece, hanım/efendice bir itidalle dinlediklerini yutup yaşlanma korkularına, can sıkıntılarına ve bunun gibi bir dizi loş duyguya geri dönerler. Onlar sadece kibarca üzüntü duyarlar.
Kederliler ise fenalık karşısında acı çekerler. Her iki sınıf da oldukça utangaçtır. Hüzünlülerin çoğunun utangaçlığı görgüden doğar, kederlilerinki ise eziklikten.Hüzünlüler lafı gediğine koyar, kederliler küfreder.Hüzünlülerin kahramanları vardır, kederliler birbirleri için kahramanlık ederler.
(Sema Kaygusuz "Karaduygun" Doğan Kitap Mart-2012 sayfa:72-73.)

13 Mart 2012 Salı

Madımak İçin...

Bugünkü Sivas davasındaki zaman aşımı gelişmesi neticesinde Sezai Karakoç'un "Onlar Sanıyorlar ki" şiirini alıntılamak geldi içimden

Onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak.
Hâlbuki biz sussak, tarih susmayacak.
Tarih sussa, hakikat susmayacak.
Onlar sanıyorlar ki, bizden kurtulsalar mesele kalmayacak.
Hâlbuki bizden kurtulsalar, vicdan azabından kurtulamayacaklar.
Vicdan azabından kurtulsalar, tarihin azabından kurtulamayacaklar. Tarihin azabından kurtulsalar, Tanrı’nın gazabından kurtulamayacaklar.

Sezai Karakoç

11 Mart 2012 Pazar

Dünyadaki İlginç Kütüphaneler

Dünyanın en güzel ve en büyük kütüphanelerini araştıran Flavorwire.com sitesi, şimdi de alışılmışın dışındaki kütüphaneleri okurlarıyla paylaşıyor:

Kitap Kulübesi






New York'taki The Clinton Community Kütüphanesi, Book Booth yani Kitap Kulübesi'ni yaratmış. Eski İngiliz telefon kulübelerini kütüphaneye dönüştüren görevliler, kitapların takas edilerek dağıtılmasını amaçlıyor. Tıpkı diğer küçük kütüphanelerde olduğu gibi, Kitap Kulübesi'nden kitap alan biri, aldığı kitabın yerine başka bir kitap bırakmak zorunda. Akşamları ışıklandırılan kütüphanaler, "readcycling" (kitap geri dönüşümü) alışkanlığını kazandırmak için hazırlanmış.







Köşe Kütüphanesi


K. I. D. S. yani Kibarlık ve Hayal gücü Geliştirme Topluluğu'nun, Köşe Kütüphanesi adını verdikleri köpek kulübesi boyutlarındaki kütüphane, sokağın köşesinde yer alıyor.

Kütüphanede çevre sakinleri tarafından bağışlanmış kitaplar, çizgi romanlar, fimler ve müzil albümleri bulunuyor.







Halkın Kütüphanesi


Wall Street'i İşgal Et Hareketi sırasında kurulan People's Library (Halkın Kütüphanesi), birçok dergi, gazete, kitap koleksiyonunu içeriyor.

İşgal sırasında bağışlanan gazete, dergi ve kitaptan oluşan kütüphane, 15 Kasım'da polis baskını sonucunda dağıtılmış.

Taşınabilir olması sayesinde kütüphanecilere taşıma kolaylığı sağlayan kütüphane, kendine uzun süre boyunca kalabileceği ve herkesin erişebileceği bir yer arıyor.









Diriltme Kütüphanesi


Brooklyn'de yer alan bağımsız kütüphane, atılmış kitaplara ev sahipliği yapıyor.








Kişisel Kütüphane Kiti


ThinkGeek'in hazırladığı kütühane kiti ile kütüphanenizi hayallerinizdeki kütüphaneye dönüştürebilirsiniz!







Ücretsiz Kütüphane


Yüzlerce Little Free Library (Küçük Ücretsiz Kütüphane), dünyanın neredeyse her yerinde var. Bazıları telefon kulübelerinde bazıları ise minyatür ev şeklinde etrafta.
Tek kuralı "Bir kitap al, bir kitap bırak" olan kütüphanelerin yerleri, bölgeden sorumlu kişi tarafından belirleniyor.







Yaymak


GOOD Maker websitesi tarafından "gerilla istilası" olarak adlandırılan projenin adı SPREAD yani Yaymak. Okul ve kütüphane bütçelerindeki kesintilerden sonra ortaya çıkan küçük kütüphaneler, dar gelirli mahallelerde yer alıyor.








Bokomaten


İsveçli bir firma, Bokomaten adlı bir kitap otomatı üretmiş. Yüzlerce kitap içeren otomatlar, tıpkı gerçek bir kütüphane gibi ödünç alma ve iade imkanı sağlıyor.







Kaynak: Flavorwire.com  Kaynak: www.sabitfikir.com

7 Mart 2012 Çarşamba

ÖYLE!..

Kişisel veri saklama alanım. Yitip gitmesini istemediğim ne varsa depoluyorum. Depolamak, saklamak, "Bir gün lazım olur" anlayışıyla bir kenarda tutmak vazgeçemediğim bir hastalık. Keşke belleklerimize kazıyabilsek de hiç gerek kalmasa bu alanlara. Not defteri işte! Not almak dışında teknolojinin nimetlerinden de yararlanıyoruz. Modern zamanların tüm olumlu yanlarını kullanmak en büyük övünç kaynağımız haline geliyor. Neye göre, kime göre o belli değil. Aslında her daim "bize göre"yi yaşıyoruz. En iyisi de bu sanırım.

Bir kutuyu açtığınızı düşünün; içinde sevdiğim, peşinden gittiğim, okuduğum, beğendiğim, imrendiğim, tutkuyla bağlı olduğum birçok şey var. Aşikar. Ortak beğenilerimin olduğu kişilerle karşılaşınca bir hazine bulmuşçasına mutlu oluyorum. Buradaysanız sıradan değilsinizdir!..

6 Mart 2012 Salı

‘Hüzün başka, karaduygu başka şey’

(Kitap Zamanı'nın bu haftaki sayısında Sema Kaygusuz'un Birhan Keskin üstüne yazdığı kitabı "Karaduygun" hakkında bir röportaja yer verildi. Henüz kitabı alıp okuyamamakla beraber heyecanla okumayı beklediğim tek kitap. Aşağıdaki alıntı Zaman Gazetesi'nin Kitap Zamanı ekinden yapılmıştır. Keyifli okumalar)
KEMÂL YANAR
Sema Kaygusuz’un yeni anlatısı Karaduygun, hem yazarın sadık okurlarını hem de şiirseverleri şaşırtacak bir metin. Karaduygun’da şiirimizin önemli isimlerinden Birhan Keskin bir karakter olarak çıkıyor karşımıza. Yazar, yakın tarihimizin dönemeçlerine de göndermelerde bulunuyor. Kemâl Yanar, Sema Kaygusuz’la Karaduygun’u konuştu.
KARADUYGUN, SEMA KAYGUSUZ, DOĞAN KİTAP, 120 SAYFA, 11 TL


Kitabınızın ismini ilk duyduğumda bende canlandırdığı çağrışım, Ece Ayhan’ın Bakışsız Bir Kedi Kara’sından, “Anlatılmaz bir kılıçtır kuşanmış taşırım belimde karaduygululuk” dizesi oldu. Şiire çok yakın bir yazar olarak, nedir sizce şairleri bu derece ‘karaduygu’yla iç içe kılan?
Yalnızca şairler değil, dünyevileşme sancısı çeken her birey, bence karaduygunun ne menem bir hal olduğunu bilir. En çok şairin, yazarın dilinde tercüme oluyor elbette. Karaduygun Türkçe sözlüklerin gözden kaçırdığı bir sözcük. Daha çok melankoli olarak geçiyor. Ama ne yazık ki melankoli de hüzünle eş anlamlı gösteriliyor. Oysa hüzün başka, karaduygu başka bir şey. Ece Ayhan’dan alıntıladığınız dizeyi yorumlarsak, insanın belinde taşıdığı anlatılamaz bir kılıç sadece sahibini kesiyor. Karaduygunlar, görünmez bir kılıçla durmadan yaralanıyorlar. Neyden üflenen ses gibi, sırlı bir feryada dönüşüyorlar. Mesnevi’de geçer, dünyadayken can ve ten iç içedir ama tenin canı görmeye izni yoktur. Karaduygun tam da bu boşluk algısına, imkânsız açıklığa denk düşüyor. Dürer’in ünlü Melankoli gravürünü de hatırlatayım bu vesileyle.
Dünya çok çekici bir yerdir. Orada, doğrusal bir zamanın içinde yoksunluk ve yoksulluklarımızla debelenir dururuz. Karaduygunlarsa hiçlikle uğraşır. Böyle anlatınca kolay görünüyor ama, içinde yaşayan herkes o karanlığı iyi bilir. Cioran, Pessoa, Kafka, Ducasse, Ece Ayhan, Birhan Keskin okuyunca gözünüze çarpan ilk duygudur bu.
Şairi cezbeden rüyâlarken, gerçek hayatta yaşamaya mahkûm olduğu uykusuzluktur çoğu zaman. Anlatınızın temel figürü Birhan Keskin de gece uykusuzluğundan muzdarip: “İç kanamaya benzer gizli bir hastalıktır uykusuzluğu.” Oysa gece yaşantısının kendine has, gündüzden farklı bir çekiciliği de var sanatçı için. “Dünyanın sustuğu an”, kendi iç sesimizi işitmeye başlamıyor muyuz?
Çekime kapılmak mı, mecburiyet mi bilemiyorum. Uyku, biliyorsunuz, kültür tarihinin önemli meselelerinden biri. Biz onu ne denli biyolojik bir döngü olarak algılasak da, tarihin içinde uyku düzenimiz sürekli değişiyor. Ay dönümlerine, av vakitlerine göre değiştiği gibi, sanayi devriminden sonra iş saatlerine, inanç ritüellerine, savaş koşullarına göre de değişiyor. Birhan’ın uykusuzluğu ise onda gördüğüm karakteristik karaduyguya denk düşen bir uykusuzluk hali. Bir eylem ya da bilinçli bir uyanıklıktan söz etmiyorum. Geceler, karaduygunun florasını oluşturuyor sanki. Uykusuzluk kendi başına bir mesele de değil. Mesele, karanlığın sınırlarını aramak, dünyanın tinini gözetlemek. Coleridge ve Wordsworth şiirlerinde sık sık görebilirsiniz bu gözetlemeyi. Uyku gelip bir sınıra dayanmaktır. Rüyalar o sınırı aşındırır, uykusuzluksa rüyadan feragat ederek ahlaki kaosu gözetlemektir.
Kitap, yakın tarihimizin karanlık olaylarından biriyle, Musa Anter cinayetiyle açılıyor. Orhan Miroğlu’nun tanıklığından bildiğimiz o uğursuz geceyi, “Çağrılmayan Yakup”a nazire, “Çağrılan Musa” imgesiyle öyküleştiriyorsunuz…
Edip Cansever’in “Çağrılmayan Yakup”u, kendine bilinmeyenler yaratan, yaşar gibi kaldığı bir yaşama içinde, Yakup’un hiç çağrılmamış şeklidir. Az önce sözünü ettiğim karaduygunun karakteristiğine ne kadar uyuyor... Çağrılan Musa ise kitapta da geçtiği üzere, kederlidir. Barışa, bir halkın halk olma haklarına adanmış etkin bir kişiliktir. Bu tip insanlar umutlu insanlardır aslında, onların dünyayı değiştirme gücü vardır. Edip Cansever’in Yakup’unu kimse çağırmaz evet, ama Musa’nın çağrıldığı yerin azabını en çok o Yakup bilir.
Dijvar, “Sen bilge adamsın, senin sözüne herkes güvenir,” diyerek ikna ediyor Musa’yı o karanlık yolculuğa; oysa Dünya, sözüne güvenilmemesi gereken, “sadece kendi gözyaşının tuzunu tadan” insanlarla dolu. Yine de Musa için, Musa gibiler için, bunu bilmelerine rağmen tek cevap sanırım: “Gelirim, niye gelmeyeyim,” oluyor, olacak; öyle değil mi?
Evet, onlar, onun gibiler, çağrıldıkları yere bile bile giden gözükara insanlar. Zaten bu tür insanları katletmenin bir yolu da onları aldatmak. Biliyorsunuz, Musa Anter’i yanıltarak öldürdüler. Ömrünü bir halkın saygınlığına adamış birini tuzağa düşürmenin en sinsice yolu onu yanıltmaktı. Güvenmek istediği genç bir adamın kurşunlarıyla öldü.
İnsan her ne kadar hafızasında örtmeye çalışsa da, beden unutmuyor yaşadığı acıyı. Benzer bir biçimde, tarih adını verdiğimiz disiplin günümüzde tarafların lehine bir ‘kurgu’ya dönüşürken; edebiyat, beden gibi, bizim için silinmez olanı yeniden ve yeniden anımsatma görevini üstleniyor sanırım...
Sadece edebiyat değil, bütün dallarıyla sanat olduğu gibi gerçekliğin en yalansız haline kavuşmaya çabalıyor. Yazılı bir metnin dürüst olması elbette bir güzellik ölçüsü değildir, ama güzelliğin içinde dürüstlük, biçim kadar, üslup kadar elzemdir. Bedenin hafızasıyla sanatın hafızası, insanlıkla aynı izleri taşır. Tarih metni olaylara ve egemenin kurgusuna odaklıdır, savaşın trajedisini Picasso’nun Guernica’sı ya da Goya’nın Satürn’ü kadar kolay kolay iletemez. Demem o ki, anımsatmak bir görev değildir bence, sanatın mayasında vardır.
Bir konuşmanızda, doğumunuzda dikilen ağaçtan kopardığınız inciri gören babaannenizin, “Dikkat et, o senin kardeşin!” diyerek size ilk felsefi dersi verdiğinden bahsetmiştiniz. Bu kitapta da, yazar Osman Şahin’in annesinin avucuna topladığı elmaları işaret edip, “Birinciyi ne yapayım, bak bunlar böyle yan yana daha çok,” deyişini öyküleştiriyorsunuz: “Dünyaya nasıl alışırsan öyle konuşursun.” Bizi kurtaracak olan doğayla bu bütünlük, bilgelik midir sizce?
Önce doğayla aramızdaki açıklığı iyi tespit etmemiz gerekiyor. Genelde, birileri ne vakit doğalcı fikirler öne sürse, mesela “Faşizm olağandır çünkü insan sürüler halinde yaşayan memelidir, o yüzden sürüsünü korur.” derse özcülük tuzağına düşer. İnsanın yaradılışını kirletiyor bu görüşler. İnsan kültürünü tanımlamak için hayvan yaşamlarından esinlenen görüşleri hep saçma sapan bulurum. “Timsah gözyaşları” deyişi insanı timsahlaştırmaz, timsahı insanlaştırır. İnsan nereye baksa kendi özünü görüyor, ama baktığı yerdeki öze katılmıyor. Çok kolaycı bir şekilde her şeyi insanlaştırıyor. O yüzden bütünleşmek dediğiniz şey, benim için az. Biz bütünleşme deyince dönüştürmeyi anlıyoruz. Bu bağlamda, yaşıtım ağaçtan kopardığım incir, insan kardeşim değil, incir kardeşimdi. Bakın, bir köpek aya ulurken tam orada, o sırada, tam ânın içindedir. Ama ulumayı dinleyen insan dolunayı ihmal eder. Hugo von Hoffmannsthal, ben uluyan köpekler yerine de yazarım, derken bunu kastetmişti. Dolunay, köpek ve ulumayı bir araya getirebildiğimizde, meraklı ve zeki türümüze daha çok yaraşacağız.
Kitabı en iyi özetleyen soru sanırım, gene sizin cümlelerinizle: “Sen bu dünyada misafir misin ki sevdiğin şeylere sahip çıkmıyorsun?”
Evet... Bu dünyada misafiriz ama kendi ömrümüzün misafiri değiliz. Sevdiğimiz şeylere sahip çıkmak, aynı zamanda bir sevme yordamıdır. Birhan Keskin bir söyleşisinde, dünyayı sözcüklerle okşadığından söz etmişti. Ben de yazarak, sevgimi sunuyorum. Hayret, hayranlık, hayal kırıklığı sevebilen insanın boğuştuğu duygulardır. Zaten bu kitap da bir bakıma benim için böyle. Hayal kırıklığına uğruyorum, unutmuyorum, zalimliğe alışamıyorum, dehşete kapılıyorum, huzursuz oluyorum, çünkü sevdiğim her varlığı çok seviyorum.
Bölüm: Söyleşi
Sayı: 74

3 Mart 2012 Cumartesi

Kitap Satın Alma Rehberi: Arka Kapak Deşifreleri

Arka kapak yazılarına hiçbir zaman itimat etmeyen biriyim. Görüşlerine güvendiğim isimler tarafından tavsiye edildiyse ya da yazarın diğer eserlerini okuduysam ancak o şekilde bir kitabı satın alıyorum. Kitapçıya girip "neler de varmış böyle!" edasıyla raflara yönelmedim. Adres hep belliyli benim için. Elbette bazı yazarların yeni çıkan kitaplarını gözüm kapalı olarak satın alırım. Bütçe diye bir gerçek var tabi.


Arka kapakları okuyup şevke gelenlerdenseniz bu yazı tam size göre. Çözün çözebilirseniz. Arka kapaklar tam da belirtildiği gibi cümleler kodluyor beynimize aslında. Bütün mesele satır aralarında.

Mart ayıyla beraber Sel Yayıncılık blog sayfasında oldukça keyifli bir yazıya yer verdi. O yazıyı aynen alıntılıyorum.

Editörler, yayıncılar ve eleştirmenler bir kitabı tanıtırken "lirik", "kışkırtıcı" ya da "kendine has bir dili var" derken aslında ne demek istiyorlar? One-Minute Book Reviews isimli siteden Janice Harayda, sektörün içinden isimlerden twitter üzerinden yaygın yayıncı terimlerini deşifre etmelerini ve bu deşifrelerde #pubcode hashtagini kullanmalarını istemiş. İşte bazılarının cevapları:

"hikâye içine çekiyor": "çok iyi bardak altlığı olur" Don Linn, yayın danışmanı
"dili sade": "çok iddialı ifadeler yok" Mark Kohut, yazar ve danışman
"iyi eleştiriler alan": "pek satmıyor" Peter Ginna, yayıncı.
"çıkış kitabı": "Allah yardımcısı olsun" Larry Hughes, yayınevi yöneticisi
"her türlü kategorizasyona meydan okuyor": "Ne yaptığı hakkında yazarın bile hiçbir fikri yok." James Meader, yayınevi yöneticisi
"yaşadığımız zamanı yakalıyor": "İki yıl önce yaşadığımız zamanları yakalıyor." Mark Athitakis, eleştirmen
"okul için ideal": "Çocuklar bunu okumak zorunda kalmadıkları sürece okumazlar." Linda White, kitap tanıtımcısı
"J.R.R. Tolkien’in görkemli geleneğini sürdürüyor": "Kitapta cüceler var" Jason Pinter, yazar
"kendine has bir dili var": "Editör kontrolünden geçseymiş iyiymiş."
"heyecanlı": "İçinde aklı başında bir şey yok." William Preston, İngilizce öğretmeni
"destansı": "çok uzun" Sheila O’Flanagan, yazar
"erotik": "porno" Peter Ginna, yayıncı
"etnik edebiyat": "beyaz olmayan biri tarafından yazılmış" Rich Villar, yayınevi yöneticisi
"ilgi çekici": "Sayfaları hızla çevirdim ama aslında kitabı okumadım." Sarah Weinman, edebiyat eleştirmeni
"cesur bir sokak masalı": "Mahalleli siyah yazar. Kaçın." Bir edebiyat öğrencisi
"ince işlenmiş bir metin": "Sözcüklerin yarısının ne anlama geldiğini bilmiyorum." Jennifer Weiner, yazar
"edebi": "olay örgüsü yok" Mark Kohut, yazar ve danışman
"uzun süredir beklenen": "geç kalmış" Jan Harayda, yazar ve editör
"lirik": "Pek fazla bir şey olmuyor." Peter Ginna, yayıncı
"özenle araştırılmış": "Çok fazla dipnot var." Larry Hughes, yayıncı
"anı": "Aksi ispatlanana dek kurgu değil." Larry Hughes, yayıncı
"novella": "büyük fontlu kısa öykü" Larry Hughes, yayıncı
"acıklı": "Bu kadar kötü yazmak insanı ağlatıyor." Drew Goodman, yazar ve sosyal medya analisti
"günceli yakalıyor": "orijinal bir kurgusu yok" Jacqueline Deval yazar ve yayıncı
"çok eğlenceli": "kaotik" Peter Ginna, yayıncı
"duygusal": "yumuşak porno" Peter Ginna, yayıncı
"çarpıcı": "Baş karakter ölüyor." Mark Athitakis, eleştirmen
"provokatif": "ırklar ya da dinle ilgili" Mark Athitakis, eleştirmen
"ümit veren": "Çok fazla kusur var ama görmezden gelinebilir." Mark Athitakis, eleştirmen
"cesur": "çok fazla küfür var" Isabel Kaplan, yazar
"ileriyi gören": "Yanlışlığı henüz kanıtlanmadı." Isabel Anders, yazar
"bir kuşağın sesi": "demode" Mark Kohut, yazar ve danışman
"ağır": "Bu canavarı sürekli yanımda taşıyorum ama hâlâ bitiremedim." Emily Nussbaum, eleştirmen
"hayal gücünün sınırlarını zorluyor": "Yazarın kafası iyiymiş." Simon McNeil, yazar
"takip edilmesi gereken bir yazar": "Gerçekten okumak isteyeceğiniz bir yazar değil." Jan Harayda, yazar ve editör
"geniş aile hikayesi": "Anneniz bunu sevebilir." Mark Kohut, yayıncı
"Amerika için ‘uyan’ alarmı": "önceki hükümette yer alan bir yazardan huysuz, sert bir eleştiri" Gary Krist, gazeteci ve yazar
"katmanlı bir anlatım": "Atlayarak okumaktan ya da hızla göz gezdirmekten çekinmeyin." Nancy Pate, yazar ve editör
"dokunaklı": "Bir şey dokundu. Yediğim yemek de olabilir, kitap da." Jennifer Weiner, yazar
"uzun süre konuşulacak": "Hemen şimdi okumanıza gerek yok." Mark Kohut, yazar ve yayıncı
"büyüleyici": "Metni etkileyici bulup, olan biten bir şey olmadığını fark etmeyeceğinizi umuyoruz." Miss Bennet, editör
"yazarın sıkı hayranları": "anne ve eş" Mat Johnson, yazar
"orijinal bir romantik komedi": "Sonunda kadın karaktere araba çarpar. Bir erkek sürücü tarafından." Phillipa Ashley, yazar
"aklınızdan çıkaramayacaksanız": "Aylardır başucumda duruyor ve hâlâ bitiremedim." Sara Eckel, eleştirmen
"sıcacık bir öykü": "Ana karakter bir köpek, yaşlı bir adam ya da ikisi birden." Katha Pollitt, şair ve köşe yazarı
"tarihi bir roman": "Amerika’da geçiyorsa toz, çayırlar ve soluk renkli kıyafetler; İtalya’da geçiyorsa zehir ve entrika, İngiltere’de geçiyorsa seks, güzel kıyafetler ve kelle uçurma." Jennifer Weltz, yazar ajanı
"Hemingwayvari": "kısa cümleler" Arthur Phillips, yazar
"Faulknervari": "uzun cümleler" Arthur Phillips, yazar
"Fitzgeraldvari": "pişmanlık, özlem, zengin insanlar" Arthur Phillips, yazar
"Pulitzer adayı": "Yayıncı 50 dolarlık başvuru ücretini ödedi." Mat Johnson, romancı
"güçlü": "Entrika dolu, bir yargısı var." Mark Kohut, yazar
"alışılmadık": "Beklediğinizden kısa, büyük harf kullanılmamış." Tamara Paulin, yazar
"Shakespearvari": "Herkes ölür, vay be, aynı Hamlet gibi." Mark Kohut, yazar
"insanlık halleri üzerine heyecan uyandıran bir yaklaşım": "Duygular üzerine bir erkek tarafından yazılmış bir kitap." Sara Eckel, eleştirmen
Kaynak: selyayincilik.blogspot.com