23 Kasım 2011 Çarşamba

Ah İkinci Yeni! (keşke yalnız bunun için sevseydim seni)

"kuşlar toplanmış göçüyorlar
keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

"hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka
keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

"seni o kadar yakından görünce,
keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

"hızla geçen otobüslerin ardından benzeşmek...
keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

"senaryocu bayanla bir bankta oturuyoruz
keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

"iyi anlarında sesin kalınlaşıyor.
keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

"baktım yeri toparlıyor ayak izleri
keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

"eşiklere oturmuş bir dolu insan
keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

"fazıl hüsnü diyor ki, ne diyor fazıl hüsnü?..
keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

"ortaoyunumuzun dekoru bir kağıt mendil
keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

"ve konsolun üstünde noksan bir gümüş kutu
keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

"uzaklardaydın, oracıkta öbür kıtada,
keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

"ikinci bir parıltı var senin bakışlarında
keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

"kehanet adlı kısacık bir şiir buldum
keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

"yürüyoruz bütünlemeye kalmış bir sessizlikte
keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

"iki çay söylemiştik orda, biri açık,
keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

"uzaklara bir bakışın vardı kafeteryada
keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

"bir şey var, ancak makilerin orda söyleyebilirim,
keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

"an ki fıskiyesi sonsuzluğun
keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

Cemal Süraya

22 Kasım 2011 Salı

Hayat bir yorumdan ibarettir!

Edebi metinlerin, her okunuşta yeni anlamlar kazanmak gibi bir özelliği bulunur. Okuyucu, metinle beraber tüm hayatını ardına alır. Yazar ise, gerçek anlamları dışında kullandığı sözcüklerle düş gücüne katkıda bulunur.

Bağlama uygun olarak anlamı değişen sözcüklerle beraber yorumlama bize kalmıştır.Bir gün Victor Hugo, yazdığı bir şiiri yorumlamaları için öğrencilerine verir. Öğrencilerinden gelen yorumları okuyunca: "Bu yorumların hiçbirini kastetmemiştim." der. Şairin söylemediklerini ya da söylemek istemediklerini de yordar okuyucu.

Hayat da böyle. Hepimiz kendi yorumumuzu yaşıyoruz. Bazen bir şiir söylüyoruz. Bazen ise düz bir metni okuyoruz. Bazen dalgalanıp, bazen sessizliğe gömülüyoruz. Hayatımızdaki herkes için farklı bir anlamı ifade ediyoruz. Fakat biz bambaşka bir anlamı yaşıyoruz. Yaşadığımız anlamlardan bazen hoşnut, bazen mutsuz oluyoruz.

Kendi yaşamımla ilgili olarak net bir şekilde söyleyebilirim ki düz bir yolda herkesle beraberce yürümeyi sevmiyorum. Engebeli yolları severim gibi saçmasapan cümleler de kurmayacağım. Ama zikzaklar çizmenin sakıncası yok. Varılacak yer belli iken acele etmenin anlamı yok.

"Anlam" ve "mana" sözcüklerini eş sözcüklermiş gibi kullananları görüyorum. "Anlam" bizim söze yüklediklerimizdir.Çıkardığımız sonuçtur. Kişiden kişiye değişir.Çoktur. "Mana" ise tektir. Anlamlardan söz ederiz de manalar demeyiz. Ya da diyorsanız, yanılıyorsunuz. Ya da siz bilirsiniz. Şiir dizeleriyle düşünmeyi severim. Tüm ikna çabalarıma rağmen benim gibi düşünmeyen kişilerle karşılaştığımda aklıma Faruk Nafiz'in şu dizeleri gelir: "Arkadaş! Biz bu yolda türküler tuttururken/ Sana uğurlar olsun ayrılıyor yolumuz."  Yolların ayrılması iyidir. Kalabalık bir yolda yürümektense tenha ama güvenli yolları tercih ederim.

Az ama öz dostlukları tercih edenler beri gelsin! İmaj düşkünleri öte giderken, aynı olmaktan gocunmayan; ama sıradan da olmayanlar beri gelsin!

Sözlerimi Afili Filinta, Murat Uyurkulak'ın şu güzel satırlarıyla sonlandırıyorum:



"Edebiyatçının eseri kalır, okuyucu ise ölür… Okudukça zevkleriniz incelir, daha tuhaf, daha rafine kitaplara, yazarlara el atmaya başlarsınız, bu meşgale sırasında muhtemelen hayat gailesi bakımından dibe doğru kaymaktasınızdır. Okuduklarınızı,müstesna olduğunu düşündüğünüz satırları birilerine anlatmak istersiniz, zira şahsa mahsusun hazzı kısa sürer, ömrü uzun olan paylaşmaktır. Fakat ortalığı her zamanki gibi kaba saba kelimeler, düşük cümleler işgal etmiştir, o gürültüde kimse sizi duymaz. Okumak hem bir hayat başarısızlığının, ki unutmayın okumak mağlupların işidir, hem de derin bir yalnızlık hissinin sebebi olup çıkmıştır. Okuduğunuz onca kitabı, hayatınızı yatırdığınız o zorlu ve hassas meşgaleyi mezara götüreceğinizden korkmaya başlarsınız. Ve siz de bilirsiniz ki yalnız ölmek zordur, arkanızda mutlaka birkaç müttefik, birkaç şahit bırakmak istersiniz."

21 Kasım 2011 Pazartesi

Bi' Şarkı-Hoş Geldin


Türk edebiyatında, Servet-i Fünun dönemiyle beraber resim altına şiir yazma modası başlar. Parnasizm akımının etkisinde kalan şairler, karşılarına aldıkları (çoğu tabiat tasvirlerini içeren) tabloların altına şiir döşerler. Bu gerçekçiliğin şiire yansımasıdır bir nevi. Görüneni, var olanı üzerine hiçbir şey eklemeden olduğu gibi tasvir etme işine girişirler.

 Bu tasvir etme merakının en güzel örneklerini Tevfik Fikret verir. Onun "Yağmur" adlı şiirini okurken, siz bir pencerenin gerisinde İstanbul'u izlersiniz. Dizelerden sokak oluşur, yağmur önce hafif hafif, ardından hızla yağmaya başlar. Sokak boştur. Köşeden çıkan bir çocuk ıslanmamak için koşar adımlarla önünüzden geçer. Kuşlar saçak altlarına saklanmıştır. Bir köpeğin sesi duyulur. Şiir, öyle bir dünya kurmuştur ki hem sesler hem de görüntü mevcuttur. Okuyucu olarak yapmanız gereken tek şey sözlerden kurulu dünyayı tahayyül etmektir. Tahayyüllerinizin sınırları Tevfik Fikret tarafından kalın çizgilerle çevrilmiştir.

Bütün bunları niye yazdım? Resim altı şiir yazma geleneğinden, şarkı altı his yazmaya geleceğim de ondan. Şarkının bendeki etkileri hakkında birkaç söz söyleme ihtiyacı hissediyorum. Bu yıl tanıdığım sanatçılardan Birsen Tezer. Yaz boyunca "Aşk Üzerine Söylenmemiş Her Şey" şarkısını dinledim. İnternette tek bir kaydı var. O da bir program sırasında çekilmiş. Fakat o kadar doğal ve içten ki, videoyu o haliyle defalarca izliyorsunuz. Sanırım doğru düzgün çekilmiş bir kaydından o denli etkilenmeyeceğim.

Bir Hüsnü Arkan albümünde, Birsen Tezer'in harika sesiyle renk kattığı "Hoş Geldin" şarkısının sözleri sağlam bir şiirin dizeleri gibi adeta. Şarkı sizi bir süreliğine yaşadığınız ortamdan uzaklaştırma başarısına sahip. Sevdiğim diğer şarkılarda olduğu gibi arka arkaya dinlediğimde büyüleniyorum. Çok kaptırmamak gerekiyor seslere. Sesler ki şiirin varoluşudur.

Hayatınıza son zamanlarda girmiş, yeni tanıştığınız kişilere keyifle söyleyebilirsiniz. Sizin için çok değerli hale gelmiş, herkese armağan edilebilir. Sağlam dostlukların kurulması için yılların geçmesine gerek olmadığını anlamamızı sağlar mı? Bilinmez. Gününüzü aydınlatan, görmediğiniz zamanlarda eksikliğini hissettiğiniz hayatınızdaki bir avuç insan için söylenebilir. Öte yandan mevcut şartları taşıyorsanız şarkının esas mahiyetini de düşünerek dinleyebilirsiniz. Çoğu zaman sözlerin önemi olmuyor zaten melodi sizi önüne katıp sürüklüyor.

20 Kasım 2011 Pazar

Güzel Adamlar- Onur Ünlü

En sevdiğim dizinin, en sevdiğim yönetmeni. Yönetmen koltuğuna geçtiğinde Onur Ünlü olarak anılan; lakin şiirlerinde Ah Muhsin Ünlü olarak tanıdığımız garip ama derin, ince ve keskin sözlerin sahibi şairim güzel adam.
Ah aşk!
Bir topluluğun fotoğraf çekildikten sonra
Dağıldığı
An.
                           (Gidiyorum Bu, sayfa:36.)

Bende bir kafa takıntısı var. Bazı insanların nasıl olup da böyle bir kafaya sahip olduklarını hep merak etmişimdir. Bu kafalar takip edilesi, peşinden gidilesidir. Güzel adamlar bu grupta yer alır. Onur Ünlü o dehalardan biri. Biraz deli olduğunu düşünüyorum. Hayata hangi pencereden ya da uçurumdan bakıyorsa oraya gitmek istiyorum.

Zaman zaman "Gidiyorum Bu" şiir kitabını elime alıp sesli okumalar gerçekleştiriyorum. Sesimin bu kötü haline bile yakışan, ayrıksı duran, içime işleyen bir yanı var. Ötenizde berinizde duranlar, kendinizden geçmiş o şevk anınızı anlamakta sıkıntı duyabiliyorlar.

Sel Yayınlarından çıkmış olan kitabın geçtiğimiz günlerde yeni bir baskısı yapıldı. Onur Ünlü yeni bir şiir kitabı çıkarmayacağını ve yazdığı yeni şiirleri, "Gidiyorum Bu"nun son baskısına ekleteceğini söylemişti bir röportajında. İşte bahsedilen o baskıda taze şiirler mevcut. Maalesef henüz edinmedim.

 Şairin en sevdiğim dizeleri aşağıya alıntıladığım dizelerdir. Mükemmeldir. Tutkuyla sevilir. Sık sık okunur.
İnanmışım kaybetmek esrarıdır olmanın
Çıldırmış bir vaşak gibi kaybediyorum.
İpimden kurtulmuşum kaybediyorum.
Birleşmiyor ellerimiz haykırıyor trapez
Tanklar tank olup geçiyor üstümüzden
Helvetius haklı, devlet şaşkın, piyanist kara
Memleket sana rağmen ket vururken yarama
Şu çıplak çocuk şu tüyük bürk şairi ben
-Ve emir "kûn" diyor; doğuruluyorum-
'bu ülke'den daha bıçkın tamlama bilmiyorum.
Ayakkabılarını kapımın önünde görmeyi istiyorum!
Çünkü bu,
Seni Seviyorumum içine nal salmak demektir.
Ve hareketinin bana durduğunu akla uydurur.
Oysa seni sevmem toplumu meşru kılar
Ve gitmen beni dile indirger sevgilim...
                                                (Gidiyorum Bu, sayfa:61.)

Onur Ünlü, şu an kanser tedavisi görüyor. Bu nedenle Leyla ile Mecnun dizisini bir başka yönetmene devretti. "Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi" filmini çektiği sıralarda da başka bir yönetmene emanet etmişti diziyi. Yaz günlerine denk gelen o bölümlerde, onun bakış açısının yoksunluğunu fazlasıyla hissetmiştim. Şimdiki yönetmeni, emanet edilen önceki yönetmenden daha başarılı bulsam da en sevdiğim diziyi, onun perspektifinden izlemeyi isterdim. Böyle güzel adamlar hep aramızda olsun ve biz onlarla aynı çağı paylaştığımız için mutlu olalım. Yoksa yaşadığımız günler çekilir gibi değil.

19 Kasım 2011 Cumartesi

Yazmak Eylemi- Ferit Edgü


Ferit Edgü'nün "Yazmak Eylemi" şu an okuduğum kitap. Bir çırpıda bitecek gibi görünüyor. Kitabı edinme sürecim biraz zaman aldığından hesapladığımdan daha geç okumaya başladım. Bir gazetenin kitap ekinde hakkında çıkan bir yazı nedeniyle herkes kitabın peşine düşmüştü anlaşılan. Bu, gazetelerin kitap eklerinin yeterince etkili olduğunun bir göstergesi. Mecburi bir erteleme sonrasında bugün kitabı edinebildim. Aradaki zaman diliminde ise geçmişe dönüş yaparak Tezer Özlü'nün "Yaşamın Ucuna Yolculuk" adlı romanını yeniden okudum. Bu tekrar okuyuşun sarsıntılarını ayrıca yazmayı düşünüyorum.

Yazmak Eylemi bir öykü kitabı gibi nitelense de toplumsal-siyasal bir olay üzerine 101 farklı bakışın işlendiği üslup alıştırmalarından oluşuyor. Edebiyat öğretmenleri ya da kuramsal olarak edebiyatla ilgilenenler için mutlaka okunması gereken kitaplardan. Edebi bir haz almak amacındaysanız bu ihtiyacınızı gidermeyecektir. Fakat değişen özneyle bir olayın kaç farklı şekilde anlatılacağının iyi bir örneği.

Arka kapak yazısında şöyle tanımlanıyor Yazmak Eylemi: "Kendilerini 'devrimci' olarak tanımlayan örgüt üyelerinin bir eylemi sonucu 14 Şubat 1980 Perşembe günü, İstanbul'un birçok semtinde dükkânlar kepenk açmadı. Yazar, bu eylemi 101 değişik metinde dile getirerek bir yazmak eyleminde bulundu." Kitabın arka kapağında Sel Yayınları talihsiz bir yazım hatasına da yer veriyor ve tanıtım cümlelerini şu biçimde sonlandırıyor: "Yazmaz Eylemi, yazının sınırsız olanaklarını sunuyor okuyucuya." Bir yayınevi arka kapakta hem de kitabın isminde yanlışlık yapsın! İş değil.

Yazmak Eylemi, kısa metinlerden oluştuğu ve olay merkezli bir anlatım biçimine sahip olduğundan hızla okumak mümkün. Bir saat içinde kitabın dörtte üçünü okudum. Kitabı bulma çabalarıma şahit olmuş birkaç öğretmen arkadaşım merakla eser hakkındaki düşüncelerimi bekliyor. Onlara çok güzel haberler veremeyeceğim. Zira okuma serüvenimde bu eser sadece kuramsal bir yeri işgal ediyor. Elbette Ferit Edgü benim için "Bir Gemide" demek. Bu kitap ise edebiyatın sınırlarını ya da sınır   tanımazlığını gösteriyor. Öykü kahramanlarının özellikleriyle çeşitlenmiş, bulundukları mekan, geçmişleri, kişilikleri, kimlikleri, yaklaşımları ile tek bir olay üzerinden ne kadar başka başka anlatımların çıkarılabileceği aktarılıyor. Tekrar etmekte fayda var. Edebî bir metinden heyecan ve haz bekliyorsanız "Bir Gemide"yi okumalısınız. Edebî metinlerin biçemleri hakkında fikir sahibi olmak istiyorsanız "Yazmak Eylem"ini okuyunuz.

Metinleri kimi oldukça kısa, sizin için  ikisini örnek olması açısından aktarıyorum buraya.

NESNEL
Bugün, dükkânların hemen hemen tümü kapalıydı. Bir tedhiş grubunun eylemi sonucu olduğu söyleniyor. Dün, söz konusu örgütün militanları, dükkânlara tek tek uğrayıp, yarın (bugün) dükkânlarınızı açmayacaksınız, demişler. Tehdit etmişler.
Kapalı olan dükkânların sayısına bakılırsa, bu buyruğa büyük çapta uyulduğu anlaşılıyor.
Bu eylemin amacı, şu ana değin açıklanmamışsa da, bir güç belirtisi olarak değerlendirilebilir.
Dükkânlarını açan, tek tük esnaf, bu tehdidin dışında kalanlar mı, yoksa tehdide kulak asmayan kişiler mi?Doğrusu merak konusu.
EĞRETİLEME
Kaptansız bir gemideyiz. Hiç kimse nereye gideceğimizi bilmiyor. Amaçsızca gökboşluğunda kanat çırpan kuşlar gibi ordan oraya gidiyoruz. Ama çaldığımız tüm kapılar kapalı. vardığımız her yer, boyunumuzu aşan bir duvar. Deliksiz taş bir duvar. Ardında neler olup bitiyor, bilen yok.

(Ferit Edgü, Yazmak Eylemi, Sel Yayınları, İstanbul-2011, sayfa:27-33.)

Bi' Gece


Fikir beyan etmeye başladığımızda neden hep başkalarının cümlelerinden medet umarız? Kuracağımız cümlelerin yeterince güçlü olmaması mıdır bunun nedeni? Ya da az sözle çok şey anlatmayı başaranlardan yardım almak mıdır niyetimiz? Eğri büğrü, savruk, belki çolak cümlelerle bir duyguyu, bir düşünceyi açıklamaya çalışmaktansa alıntılamak en iyisi midir? Başkasının ipiyle indiğimiz o kuyuya fiyakalı bir iniş gerçekleştiririz de kuyudan çıkışımız o denli gösterişli olacak mıdır? Tecrübe edilmiş, sözcüklere dökülmüş, damıtımış olan varken neden uğraşalım mıdır?

Hele günümüzde aklımızdan geçeni google'a yazdığımız an karşımıza bir dolu dünya çıkıyor. Eğer başarılı bir bulucuysak anında ihtiyacımızı gideren cümleyi yakalıyoruz. "Üzgün"üm google, "sinir"liyim google, "yalnız"ım google... O da bizimle diyaloga geçmeye dünden razı. 'Şunu mu' demek istedin? 'Bunu mu' demek istedin? Şeklinde dönütler dahi alabiliyoruz, en sık ziyaret ettiğimiz arkadaşımızdan. Örneğin bu yazıya eklemek için bir resim aratacağım görsellerden ve bir tema yazmam yeterli olacak. Sayfalar dolusu resimden, fotoğraftan zevkime en uygununu seçeceğim.

Bütün bu satırları yazdıktan sonra şu cümle beliriyor aklımda: "Bu çağda yaşıyor olmak iyi bir şey mi?" Her şey bu kadar kolayken biz fazla mı tembel hale geldik? Aklımızı teslim ettiğimiz ve bizim yerimize düşünmesini istediğimiz bilgisayarlar sonrasında, bize özgülüğümüzü yitirdik mi?

Kuramadığımız cümleler, anlatamadığımız fikirler, savunamadığımız düşünceler, hepsi bunun kanıtı. Bize kalan tek şey duygularımız oluyor. Onları sonuna kadar yaşıyoruz da sıra ifade etmeye gelince yeniden klavyeye sarılıyoruz. Kaybettiğimiz özgünlüğümüzü en kısa sürede bulmalıyız.

Öyleyse ne yapıyoruz? Googleda "beni bul"u aratıyoruz.

Kalbini Ferah Tut

sana kinim vardır elbet senden başka kimim var
kimim kimsem yok değil kesilmedi zürriyetim
kesilmedi hiç nefesim koştumsa da ateşle
su olsun diye yazdım bana kimler sus desin
konuşan özneyim işte, isteyenin mezarına tüküren
kin kimi öldürürmüş belki yaşarız böylece
kahpenin dümeniyle yaşamanın seyrinde
namerde mert der miyiz ölsek onun yerine
beleş bir iş değil beni kendine düşman edişin
bu cüreti sevmişsin pahasını bilmeden
bilmemek bilmekten iyidir hani
kıymetin bilinsin diye seçtiğin
üstüme elbiseler biçtiğin kan ve terden
uymadı üzerime söküldü teyellerim
beni gördüğün kadardı gözlerin
gördüğün kadar değil dünya ve içindekiler
bu faslı ağırdan geçelim
sana ne verebilirim kinimden başka
ey kendini ele verdikçe acıkan yenilgi
ey doğruluğun eksik cümlesi
ey cümbür ey cemaat ey bir hatip cümlesinde
körler sağırlar meclisinde cümlenize ey
ey demeyi kes nereye gitsen bu belâya musallat
o korkunç pençesinde açlığın
harcı âlem bıraktığın kalbini merak edersen
götürüp Londra’nın ortasına bıraktım
ne bülbül ne çocukluk ne keder.
Zeynep Arkan

16 Kasım 2011 Çarşamba

Değişir mi bir hayat, bir kitaptan sonra?

Acımın derinliğinde, benim için artakalan hiçbir şey yok. Yalnızlığımı algılamamın gururu bile.
                                       Tezer Özlü/Yaşamın Ucuna Yolculuk (sf:14)
"Bir kitap okudum ve hayatım değişti." diyor, Yeni Hayat'ta Orhan Pamuk. Bir an durup düşünüyorum: "Benim hayatımda var mı böyle bir kitap?" Bu kadar uzun düşünmem olmadığı anlamına gelse de, hayatıma dokunan, yönümü değiştiren, raydan çıkaran, ufkumu genişleten ve çok sevdiğim kitaplar yaşamımın her döneminde oldu.

Pek çok kişiyi etkilemediğini üzüntüyle görsem de Goethe'nin "Genç Werther'in Acıları" beni derinden etkilemiş bir romandır. Tüm lise hayatım boyunca mektup yazdığım ve akabinde cevap aldığım, şimdi nasıl bir hayat sürdüğü hakkında en ufak bir fikrimin olmadığı bir arkadaşım vardı. Genç Werther oydu. Bense onu dinleyen ve acısına ortak olan Willhelm'dım. Romanı okuduğum sıralarda ona mektup yazmayı bırakmıştım. Günlerce etkisini üzerimden atamadım. Roman kadar roman hakkındaki şehir efsanelerinin de büyüsüne kapılmıştım. Gerçek miydi yazılanlar, uydurma mıydı? Bilmiyorum ama ben sonuna kadar hak veriyordum. Söylenenlere yürekten inanıyordum. Roman hakkındaki söyletilerden biri, romanın Almanya'da genç erkeklerin intiharlarının müsebbibi olarak görülmesiydi. Hatta intihar eden gençler tıpkı Werther gibi mavi frak ve sarı yelek giyerek intihar ediyormuş. Bulaşıcı bir hastalık gibi roman uğradığı her durakta intihar vak'alarını arttırıyormuş. Bu nedenle Almanya, İngiltere ve Fransa'da yasaklanmış. Umutsuz aşıklar ve imkansız aşklar...

Hayatımdaki herkese, kutsal bir kitabı okutur gibi romanı okutma çabasındaydım. Sahip olduğum en değerli kitaptı o günlerde. Görsel hafızam berbattır; fakat kitabı çok net hatırlıyorum.Öteki Yayınları'ndan çıkmış kitabın, kahverengi bir kapağı vardı. Kapağında çerçeve içine alınmış yazmaya koyulduğunu gördüğümüz aşığımız Werther. Kitabımı en son kime verdim hiç hatırlamıyorum. Geri gelmedi gençliğimin en değerli kitabı. Ama yıllar geçse, öğrencilerim işkence gibi görse de hala her yıl onu okuma listesine alırım.

Hayatımı değiştirmiş bir diğer kitap Tezer Özlü'ye ait. Bahsettiğim kitabı roman türünde olsa da öyküseverliğimi ona borçluyum. Son dönem öykü yazarlarını onu okumaya başladığımda tanıdım: Ferit Edgü, Demir Özlü, Leyla Erbil, Adalet Ağaoğlu, Sabahattin Ali...

Usumda depremlere neden olan bir yazardı Tezer Özlü. O, Yaşamın Ucuna Yolculuk adını verdiği romanında, sevdiği üç yazarın (Kafka, Pavese, Svevo) izini sürerken ben onun peşinden gidiyordum. Bu arada Pavese ve Kafka'nın da hayranı oluverdim. Tüm kitaplarını okudum. Yıllar sonra fark ettim ki varoluşçu bir yanım vardı. Bunalımı ve bunalım edebiyatını seviyordum. Kalabalıklar içinde huzursuzdum. Mutlu olduğum anlar kendimi hapsetmekten bıkmadığım küçük dünyamdı. Dış dünyaya açılmaktan delice korkarken, küçücük dünyamın eksilmesine de tahammül edemiyordum. Varoluşçular kadar yalnız değildim ve onlar kadar sevmiyordum yalnızlığı; fakat özümü ortaya çıkarmama engel olan dış dünya çıkmaz bir sokaktı. Hayat çoğu zaman anlamsızdı.

İntihar etmeyi yaşamımın hiçbir döneminde düşünmemiş olsam da intihar eden ya da intiharın izinden giden yazarlara hep sempati duydum. Hiçbir zaman onun gibi olmayacağımı bilsem de Tezer Özlü, sıradışı hayatıyla kahramanımdı.Virginia Woolf, Sylvia Plath, Pavese yaşamdan vazgeçişleriyle ve bu vazgeçişleri tüm samimiyetleriyle kaleme almalarıyla bakış açımı değiştirenler listesindeydiler.

Şöyle bir bakıyorum da hafızamda kalan en çok etkilendiğim kitapların merkezinde hep "acı" gizliymiş. Hüznü ve hüznü anlatan insanları hep sevmişimdir. En Doğulu tarafım bu sanırım.

Geçen seneden beri merkez kaymasına uğradım. Manasız gibi görünen, serbest çağrışımın olduğu, espriden ödün varmeyen yeni nesil edebiyatçıları sever oldum. Şu an için bir Oğuz Atay (Korkuyu Beklerken ve Tutunamayanlar hakkında ayrıca yazacaklarım var), bir Tezer Özlü kadar etkilemeseler de beni,  metinlerini büyük bir haz alarak okuyorum ve takip ediyorum. Hala yaşıyor olmalarından, yazınımıza dergilerde, edebiyat sitelerinde, söyleşilerde renk katmalarından ayrıca etkileniyorum. Takip etmekten sıkılmayacağım bu güzel adamlar içinde en fazla etkilendiğim kitap; Murat Menteş'e ait. "Dublörün Dilemması" ile yeni bir kahramana sahip oldum. Zeki, aşık, sıkı dostlara sahip bir albino olan Nuh Tufan. Emrah Serbes, Alper Canıgüz, Murat Uyurkulak okudukça kafalarına hayran kaldığım diğer isimler.

Bende izler bırakan kitap sayısı oldukça fazla. Birini ötekine tercih edemiyorum. Anlatmayı seçtiğim kitaplar en derinleri, en değiştirenleri falan değil. Bugün yazmayı seçtiklerimdi.

15 Kasım 2011 Salı

Bİ' AN



                      Bir salı gelir, bir salı gider. Ömür arta kalanları tüketir.

Bİ' KİTAP- Modern Türk Edebiyatının Fransız Kaynakları

-İflah olmaz bir Servet-i Fünun düşkünü olarak bir an önce sahip olmam gereken kitap. Burada bahsedilen mevzuları yıllardır öğrencilerime aktardığımı not olarak düşmek istiyorum.Alıntıladığım tanıtım yazısı oldukça iyi.-

[Aşağıdaki yazı alıntıdır.]
Bilir misiniz ki, şu kurduğum cümleyi ve hem şimdi hem de ileride kullanacağım  tüm “ve”leri başta Halit Ziya olmak üzere tüm Edebiyat-ı Cedide yazarlarına borçlu olduğumuzu… Evet, biraz karışık bir giriş oldu, şöyle açıklayayım. “Ve” bağlacının kullanım şeklini temelde 19.yüzyıl Fransız romancılarına, Flaubert’e, Goncourte Kardeşler’e, Maupassand’a borçluyuz.

Onlar söz konusu bağlacı dilbilgisinin ona tanıdığı yerden alıp kişiselleştirmiş, bir üslup oluşturma şekli olarak kullanmayı tercih etmişler. Türk romanının doğumundaki tartışılmaz Fransız etkisi ise söz konusu bağlacın bu farklı kullanım biçimini önce Edebiyat-ı Cedideciler’e ve oradan da günümüze kadar ulaştırmıştır. Sadece “ve” mi peki? Elbette değil. Başta “ki” bağlacı olmak üzere, “ah”, oh” kullanımı, çoğul ekinin ve “bir” kelimesinin alenen yanlış ifadesi, Türkçeyle ilgisi olmayan konuşma ve cümle kalıpları... “Banyo almak”lar, “müzik yapmak”lar, “bir sevmek”ler ve daha niceleri... Dilimize geçen Fransızca kökenli sözcükleri saymıyorum bile.

Burada edebiyatımızı etkileyen son derece dramatik bir durum da vardır. Fransız özentisini, Batı etkisini romanlarında eleştiren yazarlar, hatta toplumu eğitmek adına bu eleştiriyi romanlaştıranlar, bir anlamda alay ettikleri tavırları, konuşma biçimlerini ironik bir şekilde kendileri de kullanırlar. Bugün modern romanın temellerinin atıldığı o uzun yıllar boyunca Türk dili Fansızcadan yola çıkılarak yeniden düşünülür.

“Modern Türk Edebiyatının Fransız Kaynakları”  adlı çalışmaya dışarıdan bakınca onu sınırlı bir konuya odaklanmış edebiyat incelemesi olarak değerlendirmek mümkün. Ancak Gül Mete Yuva’nın bu çalışmasının sayfalarında millet olarak her an yapıbozuma uğrattığımız modernleşme serüvenin dilde ve edebiyattaki karşılığı gibi, önümüzde son derece geniş bir yol açılıyor. Çalışma boyunca İslami kültür üzerinde yükselen Osmanlı edebiyatının yerini Batı kültürü üzerinde yükselen modern Türk edebiyatına bırakışının sancılı, kimi zaman gurur kırıcı, kimi zaman insanı büyüleyen öyküsünü okuyoruz. Bu öykünün temelinde Tanpınar’ın “Hakikatte Müslüman şark muhayyelesi bir defa için bulmuş ve sonuna kadar bulduğu şeyle oynamışa benzer” diyerek ifade ettiği ‘Güzel’i arayıştan, kuralların sorgulandığı, Güzel’in varılacak tek hedef olmaktan çıktığı ve şiirin düzyazı karşısındaki ayrıcalıklı yerini kaybettiği bir edebiyat alanına geçiş vardır.

“Şark? Pekala, belki pek zengin bir mazi!..”

Gül Mete Yuva bu sancılı ve uzun geçiş dönemi içinde özellikle iki edebiyatçı üzerinde duruyor. Tevfik Fikret ve Halit Ziya Uşaklıgil. Neden derseniz… “Şark? Pekala, belki pek zengin bir mazi!.. Fakat istikbal garbindir”, diyen Halit Ziya, edebiyatın toplumsal misyonunun terk edilip bireyi edebiyatın merkezine alan, yazarın da kendini bir birey olarak ortaya koymaktan çekinmediği modern edebiyatın oluşumunun tam içinde yer alır. Tevfik Fikret ise o batılı algılayışla “ilerici, iyiliksever, yalnız ve melankolik şair”in ta kendisidir. Kendisi gerçekte bu karakterde olmasa da, en azından şiirlerinde öyledir… Özenle kurulmuş bir şair imgesidir. Ve bu şair, şiiri insanın iç dünyasının bir ifadesi olarak yorumlayarak Türk şiirini temelinden sarsar. Kaderi, tanrının buyruklarını bir kenara bırakır, insan iradesini ön plana çıkarır. Edebiyatımıza endişeyi, tereddüdü ve sorgulamayı getirir.

 Her iki edebiyatçının bu noktadaki başat özelliğini şöyle vurguluyor Gül Mete Yuva: “Fransız modeller değişik yollar izleyerek Tevfik Fikret ve Halit Ziya’nın eserlerinde bireysel yazımla iç içe geçer, değişime uğrarlar. Bundan böyle parçalar halinde alınıp, kimi zaman altı çizilerek gösterilen Fransız kaynaklar görünmezleşir. Onları artık Türkçe metnin filigranında aramak gerekir. Kaynaklar, kişiselleşen eserlerin içinde erirken hemen fark edilebilecek izler silinir.” Kısaca söyleyecek olursak Tevfik Fikret ve Halit Ziya Uşaklıgil  Doğu/Batı sınırının aşıldığı ilk eserleri verirler. “Burada açılan yeni alanı sonraki nesillerin bir bölümü sahiplenirken aynı yer üretken bir soru kaynağı olmaya devam edecektir.” Bugün Türk edebiyatına Nobel Ödülü’nü getiren Orhan Pamuk’un bile Doğu/Batı sınırının aşılamaması endişesi üzerine eserler veren bir edebiyatçı olduğunu düşünürsek eğer, Gül Mete Yuva’nın bize işaret ettiği yere tekrar tekrar dönüp bakmanın anlamlılığı da ortaya çıkar ister istemez.

Sizce bugün hangi edebiyatçılarımız oraya dönüp bakmaktan, oraları kurcalamaktan gocunmuyor olabilir? Ve hangileri bireysel arayışlarının modern edebiyatımızın kurulduğu yıllardan bugüne uzanan temel kaygılarımızla bire bir benzediğinin gerçekten farkında? Kimler eski endişelere yeni romanlar yazmakta? “Modern Türk Edebiyatının Fransız Kaynakları”na göz atmakta fayda var…

Kaynak: http://sabitfikir.com/fikrisabit/“oh-bihter-bilir-misiniz-ki-bu-ve-su-bir-sevmeklere-benzemiyor

14 Kasım 2011 Pazartesi

Bİ' ŞARKI


Büyüsüne kapıldığımız sözler, sesler ve melodilerin sayısı fazladır. Fakat hepsini bünyesinde barındırmayı başaran ve "vazgeçilmezlerimiz" içinde yer alan şarkı sayısı azdır. Dinleyişlerimde "Lili"nin etkisini üzerimden atmam oldukça güç oluyor. Darmadağın ediveriyor, bunalıma sokuyor. Esaslı bir tokat beliriyor yanağımda. Bir şarkının kaç kez bıkmadan ve usanmadan dinlenebileceğinin yanıtını veriyor. Ayarlı bir terapiye alıyor ve manasızlığın kollarına bırakıyor beni. Bütün bunları bir şarkı yapıyor. Nasıl oluyor? Tutkum neye? Sese mi? Sözlere mi? Melodiye mi? Hala çözebilmiş değilim.  Aaron'ın sesindeki iç burkan tınının, şarkının sonundaki çıldırışının, sözlerindeki mananın, müzikteki acının müptelasıyım.

lili...

şu sahte yaşamından sıyrıl bir daha...
ne olursun, bırak tüm alışkanlıklarını...
göreceksin, yaşanıyor ihtiyaç olmadan yardıma...
pek çoğu var öğreneceğin dahası...

ileriye atacağın her adımda...
karşına çıkacak her sorunda...
ben olacağım senin yanında
ortasından geçeceğin her sokakta...
evvelinde bulunmadığın mekânlarda...
ben olacağım senin yanında...

lili...

biliyorsun bizim gibiler için bir yer var hâlâ...
her damarda dolanır aynı kandan...
seni melek yapanın kanatlar olmadığını anlarsın...
tek yapacağın çıkarmak kötülükleri aklından...

ileriye atacağın her adımda...
karşına çıkacak her sorunda...
ben olacağım senin yanında...
ortasından geçeceğin her sokakta...
evvelinde bulunmadığın mekânlarda...
ben olacağım senin yanında...

lili...

bir busedeki göz açıp kapanmada bulacağız cevabı...
it tüm korkularını gölgelerin derinlerine...
benzeme sakın renksiz bir hayalete...
çünkü hayatın en güzel resmi senin içinde...

ileriye atacağın her adımda...
karşına çıkacak her sorunda...
ben olacağım senin yanında...
ortasından geçeceğin her sokakta...
evvelinde bulunmadığın mekânlarda...
ben olacağım senin yanında

13 Kasım 2011 Pazar

Bİ'AN


Bazen bünyenizi alt üst eden anlar yaşarsınız. Neyse ki günleri bulmaz. Bu anları başınızdan def etmek zordur. Gelir ve çöreklenir. Yoklar sizi. Bir 'pes' bekler.
Aman 'pes'lerden ırak!
Bi'kahve yapın kendinize ve devam edin yolunuza.
Tutunun en kuvvetli 'zira'larınıza.


12 Kasım 2011 Cumartesi

Bİ'KAHVE






Sor gücün sormaya yetiyorsa var mıymış,
Gönlümü bin parçaya böldüğünün bir sebebi …

İsmet Özel

Güzel Adamlar-Atsushi Miyazaki


En sevdiğim animasyon filmleri yapan Hayao Miyazaki'den söz etmeyeceğim. "Yürüyen Şato" etkilendiğim ve çocuklarıma defalarca izlettiğim çizgi filmlerden biri. Televizyonda gördüğüm an mıhlanıp kalıyorum ve kanalı değiştirmeyi aklımın ucundan bile geçirmiyorum. Ondan daha güzel bir adamdan bahsedeceğim size.

Son birkaç gündür kahramanım olmuş isim Van'daki 5,6 şiddetindeki depremde Bayram Oteli'nin enkazında kalarak yaşamını yitiren Atsushi Miyazaki. Ülkem adına hiç bu kadar utanmamıştım. Kendisi hakkında yapılan bir yorumda şöyle söylenmişti: "Ülkesinde bu şiddette gerçekleşen bir depremde uykusundan bile uyanmayacak(tı.)" olan bu istisna güzel adam maalesef bizim her yanından sahtekârlık akan ülkemizde yaşamını yitirdi.

Japonlara hep sempati duymuş biriyim; fakat ilk defa bir Japon'un ardından ağladım.
Ölmek için gelmedi buralara elbette; ama uzun mesafeleri göze aldı. Miyazaki örneği insanlıktan umut kesmememiz gerektiğinin en büyük delili bence.

11 Kasım 2011 Cuma

Bİ'NEVİ RADYO

Kaybedenler Kulübü’nün radyosu Bi’ Nevi Radyo‘da, 14 Ekim Cuma gecesinden bu yana yeni bir program sürüyor: Nunchaku.
Afili Filintalar üyelerinin her Cuma 22′de bir bir belirdiği programı http://www.bineviradyo.com/adresinden dinleyebilirsiniz. Radyo şimdilik abonelik gerektiriyor. Müzikler de söyleşiler de bir numara. Bu hafta Murat Menteş ve Samed Karagöz mikrofon başında olacak.

10 Kasım 2011 Perşembe

Yaşamımızda İz Bırakan Güzel Adamlar-Johnny Depp

Bu gece ekrandaki bir filmi sebebiyle aklımıza düşmüş zeki ve yakışıklı aktörümüz Johnny Depp. Oynadığı tüm filmlerde oyunculuğuyla filmi götüren gülüşünün hayranı olduğumuz yaratık. Jack Sparrow'un meftunu olmakla beraber beni en fazla etkilemiş olan filmi kuşkusuz Charlie'nin Çikolata Fabrikası olmuştur. O hep film çeksin (özellikle Tim Burton'la beraber)  biz hep izleyelim.

9 Kasım 2011 Çarşamba

Maziden Kalanlar

Yaşlandıkça geçmişi daha fazla özler ve arar oluyoruz. Hatta geçmiş uykuda da peşimizi bırakmıyor ve simgelerle, bazen apaçık bir biçimde kendini hatırlatıyor. Kısacık bir maziye sahip olduğumuz günlerde geçmiş taze ve açık bir biçimde karşımızda duruyor zannederiz. Halbuki geçmişten uzaklaştığımız nispette onu anımsayışlarımız, yad etmelerimiz artıyor. Beynimizin bir oyunu mudur? Yaşlılığın bir sonucu mu? Bilemiyorum ama bugünden ziyade geçmişte arıyoruz davranışlarımızın nedenlerini. Onu kurcalamak, hatırlamak, özlemek keyif vermeye başlıyor bize. Beynimiz, anımsayışlarımızda güzel anları, rüyalarda ise unutmak istediklerimizi önümüze çıkarıyor.

Uykuya dalma ile ilgili problemler yaşamayan biriyim. Bir o kadar da rüya görme eğilimindeyim. Rüyalarımın temel özelliği bilincimin açık oluşu. Örneğin rüyada yanlış yöne giden bir otobüse binmişsem hiç endişelenmiyorum ve şöyle diyorum kendime: "Nasıl olsa bir rüya bu, farklı bir yöne gitmemin sakıncası yok." Geçenlerde uçabildiğimi fark etmiştim, yine rüya olduğu ayırdına varıp uçmanın tadını çıkardım. Öte yandan kurmacayı abarttığım, mekan ve zaman seçimini yaptığım rüyalar da görüyorum. Bazen ise tamamen bilinçsiz oluyorum. İşte o rüyalar hiç ama hiç hoşuma gitmiyor. Hatırlamak istemediğim bir ânı bilinçaltım "pat" diye önüme sürüyor. Sonraki günüm aştığımı düşündüğüm o sorunu çözmekle geçiyor. Çoğu zaman çözme noktasında hiçbir şey yapamıyorum sadece rüyanın anımsattıklarıyla meşgul oluyorum. Bugün de o tür günlerden biri işte!

Hazır rüyaların kapısını aralamışken mutlu olarak uyandığım rüyalardan bahsedeyim. Bu rüyalarda mekanım hiç değişmez. Dedemin evindeyimdir. Üçkatlar diye nitelendirdiğimiz apartmanın ikinci katında anneannem ve dedem, en küçük dayımlarla beraber otururdu. Apartmanın diğer sakinleri de dayılarım ve teyzelerimden oluşuyordu. Biz ise ancak tatillerde yanlarında bulunuyorduk. Başka şehirlerde geçirdiğim 10 ayın zerrece ehemmiyeti yoktu gözümde. Sadece o iki ayı bekliyordum bütün sene. Dolu dolu geçirilen, abartılı bir biçimde sevildiğimi(zi) anımsadığım o iki ay her şeye bedeldi. Çocukluk anılarımın çoğu temmuz-ağustos aylarından ibarettir. Diğer aylarda ne yaptığımı hiç hatırlamıyorum. Kimlerle arkadaştım? Şimdi neredeler? Hiçbir fikrim yok. Teyzelerim, dayılarım ve kuzenlerimle geçirdiğim vakitler ise dün gibi usumda. Kalabalık ve bir o kadar da birbirine bağlı bir aileydik. Şimdi ise herkes kendi geniş ailesini kurdu. Dağılmasak da güzel günler geçmişte kaldı. Belki de artık çocuk olmamamızdan kaynaklanıyor bu durum. Hepimiz büyüdük, evlendik, çocuklandık, yeni yollar oluşturduk kendimize.

Yıllar geçmiş olsa da değişmiyor mutlu rüya mekanım. Önünde dut ağacı, arka bahçesinde kayısı ağacı olan açık sarıya boyanmış bir bina. Apartmandaki evlerin kapıları her daim açık. Gece evlerinde kalmamız için ısrar eden ve birbiriyle kavga eden dayı-teyze çocukları. Apartmanın bitişiğinde yer alan kiremit rengine boyanmış küçük bakkal. Bakkalın sahibi olan ve torunlarına parasız hiçbir şey satmayan huysuz bir dede. Fakat bu huysuz dede yaşadığı şehirde başlık parasını kaldıran ve kız çocuklarını okutan ilk isim. Kendisi dışında herkes için yaşayan, dedemin olmadığı vakitlerde ceplerimizi beyaz şekerli leblebilerle dolduran koca yürekli bir anneanne. Bir sürü çocuk. Kimi aşık, kimi haylaz, kimi kavgacı, kimi mızmız, kimi sevecen. Her türlü karakter mevcut. Ortak noktamız ise birbirimizi çok sevmemiz. İlk öğretmenlerim kuzenlerim oldu hep. Okula gitmeden yazı yazmayı öğreten, İngilizce görmeden sözcük kavratan, Sezen Aksu dinleten, Levent Yüksel sevdiren hep kuzenlerim oldu. Dertlenmemek, o günleri özlememek mümkün mü?

Başa bela ismim benim!

8 Kasım 2011 Salı

Bayram Mahdumları



Yine bir bayram coşkusunu ve temposunu geride bırakıyoruz. Bayramları tatilden ziyade yorgunluğumun katlandığı zamanlar olarak algılıyorum. Bir yandan anne ve babamı mutlu etmeye çalışıyorum; öte yandan çocuklarla vakit geçirme uğraşındayım. Elbette bayramların eş dost ziyaretine gitme ve onları ağırlama tarafı da mevcut. Elde kalan yorgunluk olarak görülse de manen bir doygunluk verdiği muhakkak. Dinleneceğim zaman ancak hafta sonu olacak.

Bu bayram da geleneği bozmadım ve yakınlar, dostlar, arkadaşlar, tanıdıklar ve öğrenciler olarak gruplandırdığım hayatımda var olmuş birçok kişinin bayramını kutladım. Bunu yapabilmemi sağlayan cep telefonu operatörüme çok teşekkür ediyorum. Adını anarak reklamını yapmayacağım; zira her ay kendisine 40 tl vererek teşekkürlerimi sunuyorum. Telefon görüşmeleri için verdiği süre bir hayli fazla ve bedava smslerini de pek kullandığımı söyleyemem. Bazen karşımda oturup tv izleyen kocama mesajlar atıyorum ve o ancak ertesi gün okuyor.

Bugün bir ziyaret sebebiyle akşam saatlerinde dolmuşa binmemiz icap etti. Dolmuş şoförlerinin hala mavi, mor, kırmızı ışıkları kullandıklarını görmek ne korkunç bir fark edişti. Herkesi mavi zombiler kıvamında görüyorsunuz. Bu ışığı neden tercih ettiklerini anlamaktan çok uzağım. Sanırım çocukluk yıllarımda yaptığım uzun yolculukları anımsatıyor. Erkeklerin durmadan sigara içtiği, gece boyunca mavi, mor arasında bir renkte ışığa maruz bırakıldığımız ve gideceğimiz yere varmamız için koca bir geceyi devirmemiz gereken bitmeyen yolculuklarımız...

Yaklaşık iki yıldır çay içemiyoruz. Hayatımızdan şekeri çıkarmamızla beraber içtiğimiz yegane hayat suyumuzdan olduk. Sonra yeni bir keyif bulup ona tutunduk: Kahve. Kahve ile ilişkimizde ise basit hazırlama yöntemleri, süt tozu kullanma ihtiyacı, 3ü1 arada, 2si1 arada gibi çeşitli evreleri aşmamız gerekti. Sonunda kahve makinesine transfer olduk. Almanya'daki kuzenim sayesinde tanımış olduğum espresso kahveyi sütlü olarak hazırladığımız kahve çeşidi (Cappuccino) şimdilik favorimiz. Filtre kahve alırken "Kuru Kahveci Mehmet Efendi Mahdumları" diye bir marka var. Mahdum sözcüğü bende acıma hissi oluşturduğundan elim hep o markaya gidiyor. Halbuki acınacak bir tarafları yok. Mahdum yerine "evlat" ya da "oğulları" da yeterliymiş. Ama kahvelerini kesinlikle öneriyorum. Çok lezzetli.

Çay içtiğim zamanları ne güzel günlermiş diye özlemle yad ediyorum. Şimdi ise şekerli çaydan nefret etme, şekersiz çaydan da zevk alamama duygu durumundayım. Köpürtülmüş süt katılmış kahvenin ise bağımlısıyım.

Burada yemek tarifleri, örgü modelleri vermeye de başlasam iyi olacak. Hatta fotoğraflarını da paylaşmalıyım :)) Ama ne yalan söyleyeyim takipçi sayımın çok az kalmasını istiyorum. Mektup yazmaktan daha keyifli bir uğraş. Kimlerin sizi okuduğunu hiç bilmiyorsunuz. Çok umrunuzda da olmuyor. Hayali okuyucular düşlüyorsunuz. Kalıplara dökmüyorsunuz. Beklenti barındırmıyorsunuz. Ne güzel.

7 Kasım 2011 Pazartesi

Leyla İle Mecnun Üzerine

Dizimden dönüyorum. Son iki bölümü biraz hüzün içerse de hala ekranlardaki en iyi komedi dizisidir. Hayatım boyunca hiçbir şeyin fanatiği olmadım. Fanatiklik derecesinde midir bilmem ama, söz söyletmeyeceğim, ender yapımlardan Leyla İle Mecnun. Özellikle 31. bölüm Mecnun üzerinden yürüdü. Ali Atay çok başarılı bir oyuncu. Leyla'da izleyiciler olarak bizi rahatsız eden pürüzler hep vardı. Onsuz pekâlâ alabiliyor dizi. Ama Mecnunsuz olamaz. "Vay Arkadaş" filmini izleyenler Manik karakteriyle mühtiş bir oyunculuk çıkardığını hatırlayacaklardır. Mecnun karakterini canlandırırken de karşısında laf cambazlığı yapabileceği, pas alıp vereceği biri varsa tadından yenmez bir izlence çıkıyor ortaya. Sırf bu sebepten Arda'yı çok özlüyoruz. (Leyla'yı o kadar özlemediğimi tekrar belirteyim.) Arda ve Mecnun iyi bir ikiliydi. Yeni bölümlerde ise bu özlemin uzun sürmeyeceği anlaşılıyor. Çünkü Benjamin ve Mecnun da aynı frekansta iki güzel adam.

Kabul etmeliyim ki tıpkı İhsan Oktay Anar'ın romanlarında olduğu gibi Leyla İle Mecnun erkek hakimiyetinde olan, kadın karakterlerin neredeyse silik olduğu bir dizi. Obje olmak, geride durmak, derinleştirilmeden yüzeysel olarak ele alınmak hoşumuza gitmese de Burak Aksak'ı ve metinlerini çok seviyoruz. Genç senaristimizin hayal gücünün hastasıyız. Sadece "aşık olunan" kadınlar kadar "aşık olan" kadınları da göstermesini temenni ediyoruz. Diğer yandan Ali Atay daha fazla şarkı söylesin istiyoruz. Sezon finalinde yer almış olan "Yalan" şarkısını gözyaşlarıyla izlemişliğimiz ve defalarca dinlemişliğimiz var.

KADIN NE BEKLER?

Bayram nedeniyle misafir ağırlama ve misafir olma durumlarını kararında bir şekilde yaşıyoruz. Bu bayram çok fazla "karı-koca" değerlendirmeleri dinledim. Biz de nasibimizi aldık bu durumdan. Genelde kocalar eleştirildi. Kendisine gönderme yaptığımı düşünmesin -sakın- ama 'sırıtık küskün'ümün eleştirilecek yanı yok. Ev işlerine yardım etmemesini saymıyorum.

'Sırıtık Küskün'üme...

Sait Faik Abasıyanık

Bazı kararları asla alamazsınız, alabilseniz bile hiçbir zaman uygulayamazsınız gibi gelir. Sonra bir gün öyle bir şey gerçekleşir ki nasıl olduğunu anlamadan kararları almış, uygulamaya koymuş olduğunuzu görürsünüz. En güzel tarafı etkilenmezsiniz. Bir şifreyi gizler bu durum "kırgınlık"

"‎Sonra kapılar, denizden bir balığın nefes alıp vermesini hatırlatan bir iç çekişiyle kapandılar...""