Kitabınızın ismini ilk duyduğumda bende canlandırdığı çağrışım, Ece Ayhan’ın Bakışsız Bir Kedi Kara’sından, “Anlatılmaz bir kılıçtır kuşanmış taşırım belimde karaduygululuk” dizesi oldu. Şiire çok yakın bir yazar olarak, nedir sizce şairleri bu derece ‘karaduygu’yla iç içe kılan?
Yalnızca şairler değil, dünyevileşme sancısı çeken her birey, bence karaduygunun ne menem bir hal olduğunu bilir. En çok şairin, yazarın dilinde tercüme oluyor elbette. Karaduygun Türkçe sözlüklerin gözden kaçırdığı bir sözcük. Daha çok melankoli olarak geçiyor. Ama ne yazık ki melankoli de hüzünle eş anlamlı gösteriliyor. Oysa hüzün başka, karaduygu başka bir şey. Ece Ayhan’dan alıntıladığınız dizeyi yorumlarsak, insanın belinde taşıdığı anlatılamaz bir kılıç sadece sahibini kesiyor. Karaduygunlar, görünmez bir kılıçla durmadan yaralanıyorlar. Neyden üflenen ses gibi, sırlı bir feryada dönüşüyorlar. Mesnevi’de geçer, dünyadayken can ve ten iç içedir ama tenin canı görmeye izni yoktur. Karaduygun tam da bu boşluk algısına, imkânsız açıklığa denk düşüyor. Dürer’in ünlü Melankoli gravürünü de hatırlatayım bu vesileyle.
Dünya çok çekici bir yerdir. Orada, doğrusal bir zamanın içinde yoksunluk ve yoksulluklarımızla debelenir dururuz. Karaduygunlarsa hiçlikle uğraşır. Böyle anlatınca kolay görünüyor ama, içinde yaşayan herkes o karanlığı iyi bilir. Cioran, Pessoa, Kafka, Ducasse, Ece Ayhan, Birhan Keskin okuyunca gözünüze çarpan ilk duygudur bu.
Şairi cezbeden rüyâlarken, gerçek hayatta yaşamaya mahkûm olduğu uykusuzluktur çoğu zaman. Anlatınızın temel figürü Birhan Keskin de gece uykusuzluğundan muzdarip: “İç kanamaya benzer gizli bir hastalıktır uykusuzluğu.” Oysa gece yaşantısının kendine has, gündüzden farklı bir çekiciliği de var sanatçı için. “Dünyanın sustuğu an”, kendi iç sesimizi işitmeye başlamıyor muyuz?
Çekime kapılmak mı, mecburiyet mi bilemiyorum. Uyku, biliyorsunuz, kültür tarihinin önemli meselelerinden biri. Biz onu ne denli biyolojik bir döngü olarak algılasak da, tarihin içinde uyku düzenimiz sürekli değişiyor. Ay dönümlerine, av vakitlerine göre değiştiği gibi, sanayi devriminden sonra iş saatlerine, inanç ritüellerine, savaş koşullarına göre de değişiyor. Birhan’ın uykusuzluğu ise onda gördüğüm karakteristik karaduyguya denk düşen bir uykusuzluk hali. Bir eylem ya da bilinçli bir uyanıklıktan söz etmiyorum. Geceler, karaduygunun florasını oluşturuyor sanki. Uykusuzluk kendi başına bir mesele de değil. Mesele, karanlığın sınırlarını aramak, dünyanın tinini gözetlemek. Coleridge ve Wordsworth şiirlerinde sık sık görebilirsiniz bu gözetlemeyi. Uyku gelip bir sınıra dayanmaktır. Rüyalar o sınırı aşındırır, uykusuzluksa rüyadan feragat ederek ahlaki kaosu gözetlemektir.
Kitap, yakın tarihimizin karanlık olaylarından biriyle, Musa Anter cinayetiyle açılıyor. Orhan Miroğlu’nun tanıklığından bildiğimiz o uğursuz geceyi, “Çağrılmayan Yakup”a nazire, “Çağrılan Musa” imgesiyle öyküleştiriyorsunuz…
Edip Cansever’in “Çağrılmayan Yakup”u, kendine bilinmeyenler yaratan, yaşar gibi kaldığı bir yaşama içinde, Yakup’un hiç çağrılmamış şeklidir. Az önce sözünü ettiğim karaduygunun karakteristiğine ne kadar uyuyor... Çağrılan Musa ise kitapta da geçtiği üzere, kederlidir. Barışa, bir halkın halk olma haklarına adanmış etkin bir kişiliktir. Bu tip insanlar umutlu insanlardır aslında, onların dünyayı değiştirme gücü vardır. Edip Cansever’in Yakup’unu kimse çağırmaz evet, ama Musa’nın çağrıldığı yerin azabını en çok o Yakup bilir.
Dijvar, “Sen bilge adamsın, senin sözüne herkes güvenir,” diyerek ikna ediyor Musa’yı o karanlık yolculuğa; oysa Dünya, sözüne güvenilmemesi gereken, “sadece kendi gözyaşının tuzunu tadan” insanlarla dolu. Yine de Musa için, Musa gibiler için, bunu bilmelerine rağmen tek cevap sanırım: “Gelirim, niye gelmeyeyim,” oluyor, olacak; öyle değil mi?
Evet, onlar, onun gibiler, çağrıldıkları yere bile bile giden gözükara insanlar. Zaten bu tür insanları katletmenin bir yolu da onları aldatmak. Biliyorsunuz, Musa Anter’i yanıltarak öldürdüler. Ömrünü bir halkın saygınlığına adamış birini tuzağa düşürmenin en sinsice yolu onu yanıltmaktı. Güvenmek istediği genç bir adamın kurşunlarıyla öldü.
İnsan her ne kadar hafızasında örtmeye çalışsa da, beden unutmuyor yaşadığı acıyı. Benzer bir biçimde, tarih adını verdiğimiz disiplin günümüzde tarafların lehine bir ‘kurgu’ya dönüşürken; edebiyat, beden gibi, bizim için silinmez olanı yeniden ve yeniden anımsatma görevini üstleniyor sanırım...
Sadece edebiyat değil, bütün dallarıyla sanat olduğu gibi gerçekliğin en yalansız haline kavuşmaya çabalıyor. Yazılı bir metnin dürüst olması elbette bir güzellik ölçüsü değildir, ama güzelliğin içinde dürüstlük, biçim kadar, üslup kadar elzemdir. Bedenin hafızasıyla sanatın hafızası, insanlıkla aynı izleri taşır. Tarih metni olaylara ve egemenin kurgusuna odaklıdır, savaşın trajedisini Picasso’nun Guernica’sı ya da Goya’nın Satürn’ü kadar kolay kolay iletemez. Demem o ki, anımsatmak bir görev değildir bence, sanatın mayasında vardır.
Bir konuşmanızda, doğumunuzda dikilen ağaçtan kopardığınız inciri gören babaannenizin, “Dikkat et, o senin kardeşin!” diyerek size ilk felsefi dersi verdiğinden bahsetmiştiniz. Bu kitapta da, yazar Osman Şahin’in annesinin avucuna topladığı elmaları işaret edip, “Birinciyi ne yapayım, bak bunlar böyle yan yana daha çok,” deyişini öyküleştiriyorsunuz: “Dünyaya nasıl alışırsan öyle konuşursun.” Bizi kurtaracak olan doğayla bu bütünlük, bilgelik midir sizce?
Önce doğayla aramızdaki açıklığı iyi tespit etmemiz gerekiyor. Genelde, birileri ne vakit doğalcı fikirler öne sürse, mesela “Faşizm olağandır çünkü insan sürüler halinde yaşayan memelidir, o yüzden sürüsünü korur.” derse özcülük tuzağına düşer. İnsanın yaradılışını kirletiyor bu görüşler. İnsan kültürünü tanımlamak için hayvan yaşamlarından esinlenen görüşleri hep saçma sapan bulurum. “Timsah gözyaşları” deyişi insanı timsahlaştırmaz, timsahı insanlaştırır. İnsan nereye baksa kendi özünü görüyor, ama baktığı yerdeki öze katılmıyor. Çok kolaycı bir şekilde her şeyi insanlaştırıyor. O yüzden bütünleşmek dediğiniz şey, benim için az. Biz bütünleşme deyince dönüştürmeyi anlıyoruz. Bu bağlamda, yaşıtım ağaçtan kopardığım incir, insan kardeşim değil, incir kardeşimdi. Bakın, bir köpek aya ulurken tam orada, o sırada, tam ânın içindedir. Ama ulumayı dinleyen insan dolunayı ihmal eder. Hugo von Hoffmannsthal, ben uluyan köpekler yerine de yazarım, derken bunu kastetmişti. Dolunay, köpek ve ulumayı bir araya getirebildiğimizde, meraklı ve zeki türümüze daha çok yaraşacağız.
Kitabı en iyi özetleyen soru sanırım, gene sizin cümlelerinizle: “Sen bu dünyada misafir misin ki sevdiğin şeylere sahip çıkmıyorsun?”
Evet... Bu dünyada misafiriz ama kendi ömrümüzün misafiri değiliz. Sevdiğimiz şeylere sahip çıkmak, aynı zamanda bir sevme yordamıdır. Birhan Keskin bir söyleşisinde, dünyayı sözcüklerle okşadığından söz etmişti. Ben de yazarak, sevgimi sunuyorum. Hayret, hayranlık, hayal kırıklığı sevebilen insanın boğuştuğu duygulardır. Zaten bu kitap da bir bakıma benim için böyle. Hayal kırıklığına uğruyorum, unutmuyorum, zalimliğe alışamıyorum, dehşete kapılıyorum, huzursuz oluyorum, çünkü sevdiğim her varlığı çok seviyorum. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder